03 Haziran 2024

YARATICI VAR MI?

araz, ayan, basit ayan, birleşik ayan, bölünemeyen en küçük parça, cisim nedir, hadis, hâdis, iki ilah inancı, ilk sebep ezelidir, kadim, sebepler zincirinin sonsuz sürmesi mantık dışıdır, Tanrı tek mi, Tanrı var mı, Tanrı yaratılmışlara benzemez, Tanrı’nın varlığına Maturidi bakış, tek ilah inancı, üç ilah inancı

[UYGULAMAG YAZISI] YARATICI VAR MI TEK MI

YARATICI VAR MI, YARATICI TEK Mİ?

İSTANBUL AĞZI BİÇİMİ

YALINSIG CÜMLELİ OLARAK;
İSTANBUL AĞZI BİÇİMİ



Âlemin Hudûsü ve Allah’ın Varlığı [1]
Evren, Hâdis’tir (/sonradan var olmuştur /ezelî değildir) ve El-Sâni (/usta yaratıcı) Vardır [1]
[1] Metinde «san’at ve maharetle yaratan» mânâsına «es-Sâni’» olarak geçen kelime tercümede «Allah» lafzıyla gösterilmiştir.
[1] Metinde «sanat ve maharetle yaratan» anlamında «El-Sâni» kelimesi kullanılmıştır (“Es-Sâni” söylenir). Bu kelime, çeviride «Allah» kelimesiyle gösterilmiştir. [Not-1]



Âlem Allah’tan başka var olanların adıdır; çünkü (alâmet kökünden gelen) âlem Yaratıcı’sının varlığını gösteren bir belirtidir.
Âlem, El-Sâni’den başka var olanların adıdır. Çünkü âlem, Yaratıcı’sının varlığını gösteren bir belirtidir. “Âlem” kelimesi, alâmet (/belirti /iz /işaret) kökünden gelir.



Âlem a’yân ve a’râz olmak üzere ikiye ayrılır.
Âlem, ayan ve araz olmak üzere ikiye ayrılır.
Aynlar kendi başına yer tutan ve kendilerini taşıyacak bir mevzu’ (mahal) olmaksızın var olabilen şeylerdir.
Ayanlar, (başka bir şeye bağlı olmadan) kendi başına yer tutarlar ve kendilerini taşıyacak bir mevzu (/mahal /yer /konum) olmaksızın var olabilen şeylerdir.
Arazlar ise ancak başkasına bağlı olarak yer tutan ve kendi varlığını hissettirecek mevzu’dan (mahalden) ayrılması düşünülemeyen şeylerdir.
Arazlar, ancak başkasına bağlı olarak yer tutarlar ve kendi varlığını hissettirecek mevzudan (/mahalden /yerden /konumdan) ayrılması düşünülemeyen şeylerdir.



Aynlar iki kısımdır,
Ayanlar iki kısımdır,
a) Basît. Buna cevher de denir, bölünemeyen en küçük parçadan ibarettir (cüz’i lâ yetecezzâ).
a) Basit. Buna cevher de denir. Bölünemeyen en küçük parçadan ibarettir (cüz’i lâ yetecezzâ).
b) Mürekkeb. Buna da cisim denir. En küçük mürekkeb iki cevherden meydana gelir.
b) Mürekkeb. Buna da cisim denir. En küçük mürekkeb, iki cevherden meydana gelir.
İslâm filozofları ile Mu’tezileden bazıları en küçük parçanın mevcudiyetini kabul etmemiştir.
En küçük parçanın mevcudiyetini, kabul etmemişlerdir, İslâm filozofları ile Mu’tezileden bazıları.
[Tüm İslam filozofları mı, bazı İslam filozofları mı?]
Bu görüş yanlıştır; çünkü hardal tohumunu teşkil eden parçalarla (cüz’ler) dağı teşkil eden parçaların eşit olması (gibi bir muhali) gerektirir; zira bunların her birinin parçaları (onlara göre) nihayetsizdir. [2]
Bu görüş yanlıştır. Çünkü doğru olsaydı, hardal tohumunu oluşturan parçalar ile, dağı oluşturan parçalar, eşit olurlardı (fakat böyle bir şey olmaz). Çünkü ikisinin de parçaları, (onlara göre) nihayetsizdir (sonsuz küçüktürler; sonsuz küçük parçalar birleşirse, yine sonsuz küçük bir parça oluşur). [2]
[2] Filozoflara göre cisim nihayetsiz olarak parçalanabilir. Kelâmcılar ise bu görüşün cisimleri bilfiil teşkil eden parçaların sonsuz olması gibi sakat bir neticeye varabileceğini iddia etmişlerdir. Böyle olunca da müşahedemize göre birbirinden çok farklı olan bütün cisimlerin -meselâ hardal tohumu ile dağın- parçaları birbirine eşit olur. Çünkü her cismin parçaları nihayetsizdir. Nihayetsizlerin birbirinden küçük veya büyük olamayacağı ise riyâzî bir gerçektir. Bununla beraber kelâmcıların bu iddiası o kadar isabetli görülmemiştir. (bk. Teftâzânî, Şerh’ul-Akaid s. 50 vd.)
[2] Filozoflara göre, cisim, sonsuz olarak parçalanabilir. Kelâmcılar, şunu iddia etmiştir; bu görüş, “cisimleri bilfiil teşkil eden parçalar, sonsuzdur” gibi sakat bir neticeye varabilir. Böyle olunca da müşahedemize göre, birbirinden çok farklı olan bütün cisimlerin parçaları, birbirine eşit olur (meselâ hardal tohumu ile dağın parçaları). Çünkü (onların iddiasına göre) her cismin parçaları, sonsuz küçüktür. Sonsuz küçükler, birbirinden küçük veya büyük olamaz. Bu, matematiksel bir gerçektir. Bununla beraber, kelâmcıların bu iddiası, çok da doğru görülmemiştir. (bk. Teftâzânî, Şerh’ul-Akaid s. 50 vd.)
Cisimdeki parçaların biraraya gelişi Allah’ın icadıyla olduğuna göre, sorarız: Allah taâlâ parçaların biraraya gelişine mukabil birbirinden ayrılmaları hâdisesini yaratmaya muktedir midir, değil midir? Şayet «değildir» dersen onu acz ile vasıflandırmış olursun; eğer «muktedirdir» dersen, bu defa da sözü edilen bölünemeyen parçanın varlığı ortaya çıkmış olur.
Cisimdeki parçaların biraraya gelişi, El-Sâni’nin icadıyla olur. Öyleyse (/buna göre), sorarız: Yüce El-Sâni, parçaların biraraya gelişine karşıt olarak, birbirinden ayrılmaları olgusunu yaratmak gücünde midir, değil midir? «Değildir» dersen, “O’nda güçsüzlük var” demiş olursun. «Gücündedir» dersen, sözü edilen bölünemeyen parçanın varlığı, ortaya çıkmış olur.



Cisim, bazı riyaziyecilere göre uzunluk, genişlik ve derinlik olmak üzere üç boyutu (sağlayacak üç aded cevheri) bulunan şeydir.
Bazı matematikçilere göre, cisim; uzunluk, genişlik, derinlik olmak üzere, üç boyutu (sağlayacak üç aded cevheri) bulunan şeydir.
Bize göre ise iki cevherin birleşmesi onlara «cisim» diyebilmek için kâfidir.
Bize göre, iki cevherin birleşmesi, onlara «cisim» diyebilmek için yeterlidir.
Çünkü (aynı hacımdaki) iki cisimden birinin sahib olduğu üç boyutun (cevherin) herhangi birine bir cevher daha ilâve edilse bu cisim için «ötekinden daha hacimlidir» denebilir.
Çünkü (aynı hacimdeki) iki cisimden birinin sahib olduğu üç boyutun herhangi birine, bir cevher daha ilâve edilse, şöyle denebilir; bu cisim, ötekinden daha hacimlidir. [Herhangi bir cisme, bir cevher eklense, “cismin hacmi arttı” denebilir.]
Şayet iki cevhere «cisim» diyebilmek için mutlak ve asgarî bir birleşme kâfi gelmeseydi sadece bir cevherin ilâve edilmesiyle sözü edilen cismin ötekinden hacimli olduğunu kabul etmek doğru olmazdı.
Eğer iki cevhere «cisim» diyebilmek için, mutlak ve asgarî bir birleşme yeterli gelmeseydi; sözü edilen cisim, sadece bir cevher ilâve edilmesiyle, ötekinden hacimli oldu diye kabul etmek, doğru olmazdı.
[İki cevhere «cisim» diyebilmek için, mutlak ve asgarî bir birleşme yeter. Yetmeseydi, şu yanlış olurdu; “o cisim, bir cevher ilâve edilmesiyle, ötekinden hacimli oldu”.]
O halde cisim için yapılacak doğru tarif şöyle olmalıdır: Cisim iki veya daha fazla cevherden teşekkül eden veya biraraya gelen şeydir.
O halde, cisim için yapılacak doğru tarif, şöyle olmalıdır: Cisim, iki veya daha fazla cevherden oluşan veya bir araya gelen şeydir. [Not-2]



Araz lügatte, devamlı olmayan şey, demektir.
Sözlük anlamda; Araz, “devamlı olmayan şey” demektir.
Tarifi: başkasına bağlı olarak yer tutabilen ve devamlı olmayan şeydir.
Terim olarak araz, başkasına bağlı olarak yer tutabilen ve devamlı olmayan şeydir.
Çeşitleri otuz küsur kadardır; renkler, (hareket ve sükûn gibi) oluşlar tadlar, kokular, sesler, kudret ve irâdeler bunlardandır.
Çeşitleri otuzdan fazladır. Renkler, (hareket ve hareketsizlik gibi) oluşlar, tadlar, kokular, sesler, kudret ve irâdeler bunlardandır.



Dehriyye, Seneviyye ve bir kısım Mu’tezile arazların, zattan ayrı düşünülebilecek mânâlar olduğunu kabul etmemiştir.
Dehriyye, Seneviyye ve bir kısım Mu’tezile; “arazlar, zattan ayrı düşünülebilecek mânâlardır” görüşünü kabul etmemiştir.
[Arazlar, özden ayrı düşünülebilecek kavramlardır. Dehriyye, Seneviye, bir kısım Mu’tezile; bunu kabul etmemiştir.]
Bu görüş yanlıştır.
Bu görüşleri yanlıştır.
Çünkü henüz üzerine ak düşmemiş saçlar için, bir gün beyazlaşınca, «bu saçlar o saçların aynıdır» demek mümkündür.
Çünkü henüz üzerine ak düşmemiş saçlar, bir gün aklaşırsa, şöyle demek mümkündür; «bu saçlar o saçların aynıdır».
Hâlbuki beyaz ile siyahın başka başka şeyler olduğunda ittifak vardır.
Fakat ak ile kara, başka başka şeylerdir. Bunda ittifak vardır.
Şunu da belirtelim ki siyah saçlar şayet kendi zâtından ötürü siyahlamış olsaydı aynı siyahlığı gerektiren zâtın varlığı devam ettiği müddetçe rengi değişmemeliydi.
Şunu da belirtelim; kara saçlar, kendi özünden ötürü kararmış olsaydı; aynı karalığı gerektiren öz var oldukça, rengi değişmemeliydi.
Fakat mademki saçlar beyazlaşmıştır, o halde onların (zattan ayrı) bir mânâ (bir araz) sebebiyle siyah bulunduğu ve nihayet bu mânânın değişmesiyle onların da değiştiği anlaşılmıştır.
O saçlar aklaşmıştır. O halde şu anlaşılmıştır; (özden ayrı) bir anlam (bir araz) sebebiyle kara idiler, sonra bu anlam değişti ve onlar da değişti.
[Fakat mademki saçlar beyazlaşmıştır, o halde (zattan ayrı) bir mânâ (bir araz) sebebiyle siyah durumda idiler ve nihayet bu mânânın değişmesiyle değiştiler, olgusu anlaşılmıştır.] [Not-3]



Kadîm varlığının başlangıcı olmayan, hâdis de yokken sonradan var olan şeydir.
Kadîm, varlığının başlangıcı olmayandır. Hâdis de yokken sonradan var olan şeydir.



Bu hususları bildikten sonra deriz ki aynların arazlardan ayrı kalması düşünülemez, arazlarsa hâdistir.
Bu konuları bildikten sonra, şöyle deriz; ayanlar, arazlardan ayrı kalamaz; ayrı kalmaları düşünülemez. Arazlar da hâdistir.
Çünkü cevherler ya birleşik veya ayrılmış olarak bulunabilir. (Birleşmek de ayrılmak da birer arazdır).
Çünkü cevherler, birleşik veya ayrılmış olarak bulunabilir. (Birleşmek de ayrılmak da birer arazdır).
Yine mümkin vasfını taşıyan bir şey, var olduğu müddet içinde ya sükûn veya hareket hâlinde olacaktır; zira sükûn aynı mekânda iki oluş, hareket de iki ayrı mekânda iki ayrı oluştan ibarettir.
Yine “mümkin” vasfını taşıyan bir şey, var olduğu müddet içinde, hareketsizlik veya hareket hâlinde olacaktır. Çünkü hareketsizlik, “aynı mekânda iki oluş”tan ibarettir. Hareket de “iki ayrı mekânda iki ayrı oluş”tan ibarettir.
Hareketin hâdis oluşu duyularla sabittir.
Hareket, hâdistir. Bu, duyular ile sabittir. (Bunu, duyular algılar.)
Sükûnun hâdis oluşuna gelince, o da hareketin meydana gelişi sebebiyle kendisinin yok olmasından anlaşılır, çünkü kadim hiç bir zaman zail olmaz.
Hareketsizliğin hâdis oluşuna gelelim. Bu, şundan anlaşılır; hareket meydana gelince, hareketsizlik yok olur. Çünkü başlangıçsız olan, hiç bir zaman sona ermez. (Zamana bağımlı değildir.)



Aynların arazlardan ayrı kalmasının düşünülemeyeceğine ve arazların da hâdis olduğu anlaşıldığına göre, aynların hâdislerden önce bulunmasına (yani kadîm olmasına) ihtimal verilemez; çünkü aynların hâdislerden önce bulunması demek onlardan ayrı kalması demektir.
Ayanlar, arazlardan ayrı kalamaz. Arazlar, hâdistir. Bu durumda, ayanların hâdislerden önce bulunmasına (yani kadîm olmasına) ihtimal verilemez. Çünkü ayanların hâdislerden önce bulunması demek, onlardan ayrı kalması demektir.
(Arazların devamlı bâkıy olamıyacağının isbatı ileride, «istitâat» bahsinde inşallah gelecektir).
(Arazlar, devamlı kalıcı olamaz. Bunun isbatı ileride, «istitâat» bahsinde inşallah gelecektir).
Hâdislerden önce bulunamayan her şey ise yaratılmışla beraber olacağı için kendisi de hâdistir.
Hâdislerden önce bulunamayan şey, hâdisle beraber olacaktır. Bu yüzden, hâdislerden önce bulunamayan şey de hâdistir.
Hâdis olunca yoklukla (ademle) sebkat edilmiş olur.
Hâdis olduğu için, geçmişinde yokluk olduğu belirlenmiş olur. (Bir zamanlar yok idiği belirtilmiş olur.)
Kendisine yokluğun sebkat ettiği bir şeyin varlığı ise bizzat kendinden olamaz.
Geçmişinde yokluk olan bir şeyin var olması, kendi kendisinden kaynaklanamaz.
Böylesinin varlığıyla yokluğu aklen müsâvîdir.
Böylesinin varlığıyla yokluğu, aklen eşittir. (Akıl, var olmasını da yok olmasını da zorunlu saymaz. Sadece “belki olur, olabilir, caiz” sayar.)
O halde (varlıkla yokluktan ibaret olan) bu iki caizden birini diğerine tercih edecek bir tahsîs ediciye ihtiyaç vardır.
O halde (varlıkla yokluktan ibaret olan) bu iki caizden (/olabilirlikten) birini, diğerine tercih edecek bir tahsîs ediciye (/belirleyiciye) ihtiyaç vardır.
Bu tahsîs edicinin varlığı mümkin değil, zarurî ve kendinden olmalıdır (Vâcibu’lvücûd).
Bu tahsîs edicinin varlığı; “mümkin (/olabilir de olmayabilir de)” olmamalıdır, zarurî (/tersi mümkün olmayan) ve kendisinden olmalıdır (Vâcibu’l vücûd).
Çünkü mümkin olsaydı bir tahsîs ediciye, o da bir diğerine... muhtaç olacaktı.
Çünkü “mümkin” olsaydı; bir tahsîs ediciye muhtaç olacaktı, o da bir diğerine... muhtaç olacaktı.
Bu ihtiyaç zinciri ya sonsuz olarak sürüp gider (ki bu muhaldir) veya varlığı kendinden olan bir zatta nihayet bulur, işte o, şânı yüce Yaratıcı’dır.
Bu ihtiyaç zinciri ya sonsuz olarak sürüp gider (fakat bu akıl dışıdır) ya da varlığı kendisinden olan bir zatta son bulur. İşte o zat, şânı yüce Yaratıcı’dır.
Onun varlığı kendinden ve zarurî olunca kadîm olduğu ortaya çıkar.
Onun varlığı kendisinden ve zarurîdir (/gereklidir /akıl bunu zorunlu sayar). Böylece, kadîm (/başlangıçsız /ezelî) olduğu ortaya çıkar.
Çünkü onun varlığı başkasına bağlı değildir, o kendinden ötürü vardır.
Çünkü onun varlığı, başkasına bağlı değildir. O, kendisinden ötürü vardır.
Ezelî ve ebedî olarak mevcudiyetini gerektirecek zâtı sabit olduğundan onun yokluğu da muhaldir.
Ezelî ve ebedî olarak mevcudiyetini gerektirecek zâtı, sabittir. Bu yüzden, onun yokluğu da muhaldir (/akıl dışıdır /imkânsızdır).



Bütün bu anlattıklarımızla ortaya çıkmıştır ki Allah taâlâya cevher, cisim veya araz denilmesi mümkün değildir, çünkü bu isimlerin mânâlarını Allah taâlâ hakkında vârid görmek muhaldir.
Bütün bu anlattıklarımızla ortaya çıkmıştır; yüce El-Sâni’ye; cevher, cisim, araz denilmesi, mümkün değildir. Çünkü bu kelimelerin anlamlarını, yüce El-Sâni hakkında geçerli görmek, muhaldir (/akıl dışıdır /imkânsızdır).
Bu isimleri yukarıda belirtilen (hakîkî) mânâlarına almamak şartıyla Allah’a isnâd eden kimsenin görüşü de yanlıştır.
Bu isimleri, yukarıda belirtilen (gerçek) anlamlarında kullanmadan, El-Sâni için kullananlar da vardır. Bu kişilerin görüşleri de yanlıştır.
Çünkü bir ismi asıl konulduğu mânânın dışında istimal etmek ancak mecaz yoluyla mümkün olur.
Çünkü bir ismi, asıl konulduğu anlamın dışında kullanmak, ancak mecaz yoluyla mümkün olur.
Bunun da şartı hakîkî mânâ ile mecazî mânânın mevzu’ları (mahalleri) arasında bir benzerliğin bulunmasıdır.
Bunun da şartı şudur; gerçek anlamı bulunduran ile mecazî anlamı bulunduran arasında, bir benzerliğin bulunması.
Hâlbuki Allah ile mahlûku arasında hiçbir benzerlik yoktur.
Fakat El-Sâni ile yarattıkları arasında, hiçbir benzerlik yoktur.
O halde sözü edilen isimlerin ne hakikat, ne de mecaz yoluyla Allah’a isnad edilmesi caiz değildir.
O halde, sözü edilen isimleri, hakikat yoluyla da mecaz yoluyla da El-Sâni için kullanmak, caiz (/mümkün /uygun /olabilir) değildir. [Not-4]
Muvaffakiyet ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür. [3]
Başarı, ancak El-Sâni’nin yardımıyla mümkündür. [3]
[3] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 61-63.
[3] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 61-63.



Allah’ın Birliği
 El-Sâni’nin Birliği



Ehli hak şöyle dedi: Allah taala birdir, ortağı yoktur.
Hak ehli (/doğruluk sahipleri) şöyle dedi: Yüce El-Sâni birdir, ortağı yoktur.
Bu hususta Seneviyye, Mecûsîler, Hıristiyanlar, Tabiatçılar ve Eflâkiyye Ehli hakka muhalefet etmiştir.
Bu hususta; Seneviyye, Mecûsîler, Hıristiyanlar, Tabiatçılar, Eflâkiyye; Hak ehline muhalefet etmiştir.



Seneviyye ile Mecûsîler Halikın iki olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Seneviyye ile Mecûsîler, Yaratıcı’nın iki olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Biri iyiliğin yaratıcısı, öbürü de kötülüğün halikı.
Biri iyiliğin yaratıcısı, öbürü de kötülüğün yaratıcısı.
Bu iki tanrıyı bazıları Yezdan (Hürmüz) ile Ehrimen, bazıları da Nur ile Zulmet diye ifade etmiştir.
Bu iki ilâhı, bazıları, Yezdan (Hürmüz) ile Ehrimen diye ifade etmiştir. Bazıları da Nur ile Zulmet diye ifade etmiştir.



Hıristiyanlar «Allah üçün üçüncüsüdür» dediler ve bunu üç asıl (üç uknum, akaanîmi selâse) ile ifade ettiler: (Allah’a ait) zât, ilim ve hayat.
Hıristiyanlar «El-Sâni, üçün üçüncüsüdür» dediler. Ve bunu, üç asıl (üç uknum, akaanîmi selâse) ile ifade ettiler: (El-Sâni’ye ait) zât, ilim, hayat.
Bazıları da üç aslın Baba: Allah, Oğul: İsa ve Zevce: Meryem’den ibaret olduğunu kabul ettiler.
Bazıları da üç aslı, şöyle kabul ettiler; Baba (El-Sâni), Oğul (İsa), Zevce (Meryem).



Tabiatçılara göre yaratıcı kuvvet dörttür: Sıcaklık, soğukluk, yaşlık, kuruluk.
Tabiatçılara göre, yaratıcı kuvvet dörttür: Sıcaklık, soğukluk, yaşlık, kuruluk.



Eflâkiyye de yaratıcının yedi olduğunu iddia etmiştir: Zühal (Satürn), Müşterî (Jüpiter), Merih (Mars), Zühre (Venüs), Utarid (Merkür), Güneş, Ay.
Eflâkiyye de yaratıcının yedi olduğunu iddia etmiştir: Zühal (Satürn), Müşterî (Jüpiter), Merih (Mars), Zühre (Venüs), Utarid (Merkür), Güneş, Ay.



Bu fırkaların hepsi hakikatte, şanı yüce olan Allah’ı inkâr etmektedir.
Gerçekte, bu fırkaların hepsi, şanı yüce El-Sâni’yi inkâr etmektedir.
Çünkü Allah mutlaka kendinden ötürü ve zarûreten var olmalıdır; bu ise ancak tek olarak düşünülebilir.
Çünkü El-Sâni, mutlaka, kendisinden ötürü var olmalıdır ve aklen kaçınılmaz olarak var olmalıdır; bu ancak tek olarak düşünülebilir. [Var olmak için, kendisinden başka şeylere gerek duymaz. Bu ve var olması, aklen zorunludur.]
Bunun isbâtı şöyledir: Haydi Tanrının iki olduğunu farzedelim, bunlardan biri bir cisimde hayatı yaratmak isterken öbürü aynı cisimde ölümü yaratmayı murad ederse... ya her ikisinin de irâdesi gerçekleşir veya birinin irâdesi kalır da diğerininki gerçekleşir.
Bunun isbâtı şöyledir: Bir an için, iki ilâh var, varsayalım. Bunlardan biri, bir cisimde hayatı yaratmak isterken; öbürü, aynı cisimde ölümü yaratmayı isterse, ne olacak? Ya her ikisinin de isteği gerçekleşir ya da birinin isteği kalır da diğerininki gerçekleşir.
Her ikisinin de irâdesinin tahakkuk etmesi, şüphe yok ki, muhaldir.
Her ikisinin de bu isteklerinin gerçekleşmesi, şüphesiz, muhaldir (/akıl dışıdır /imkânsızdır). [Bir şey, ya canlıdır, ya cansızdır. Aynı anda, hem canlı, hem ölü olmaz.]
Eğer birinin irâdesi gerçekleşir de diğerininki kalırsa, irâdesi muattal kalan tanrı mağlûp olmuş olur, mağlûp ise asla tanrı olamaz. [4]
Eğer birinin isteği gerçekleşir de diğerininki kalırsa; isteği gerçekleşmeyen ilâh, yenilmiş olur. Yenilen, asla ilâh olamaz. [4]
[4] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 64.
[4] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 64.



Soru: Tanrılardan biri, diğerinin bir cisimde hayatı yaratmayı istediğini anlayınca bu hususta ona muvafakat edebilir, aynı cisimde ölümü murad etmek suretiyle muhalefette bulunmaz; üstelik sizin benimsediğiniz prensibe göre de irâde ilmi gerektirir. [5]
Soru: İlahlardan biri, diğerinin bir cisimde hayatı yaratmayı istediğini anlayınca, bu konuda ona uyabilir. Aynı cisimde, ölümü seçip de karşıtlık yapmaz. Üstelik sizin benimsediğiniz prensibe göre de irâde (/istek /karar), ilmi gerektirir. [5]
[5] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 65.
[5] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 65.



Cevap: İki tanrı arasındaki bu uygunluk ya mecburî veya ihtiyarî olarak meydana gelecektir.
Cevap: İki ilâh arasındaki bu uygunluk, ya mecburen ya da isteyerek olacaktır.
Eğer «mecburî» dersen o takdirde tanrıların her biri diğerine muvafakat etmeye mecbur kalır ki bu ikisinin de âciz olduğu neticesini doğurur.
Eğer «mecburen» dersen; ilâhların her biri, diğerine uymaya mecbur kalmış olur. Fakat bu, ikisinin de güçsüz olmaları anlamına gelir.
Şayet «ihtiyarî» dersen, bu defa da aralarında (diğer hususlarda) bir ihtilâfın çıkabileceğini farzetmek mümkündür; böylece biraz önce söz konusu edilen ihtimaller yeniden ortaya çıkar.
Şayet «isteyerek» dersen; aralarında (diğer konularda) bir ihtilâfın çıkabileceğini varsaymak mümkündür. Bu durumda, biraz önce söz konusu edilen ihtimaller, yeniden ortaya çıkar. [Not-5]



İtirazcının «irâde ilmi gerektirir» tarzındaki sözüne gelince, bunu şöyle cevaplandırırız: Bize göre irâde ilmi değil, fi’li gerektirir.
İtirazcının «irâde (/istek /karar), ilmi gerektirir» biçimli sözüne gelelim. Bunu şöyle cevaplarız: Bize göre, irâde, ilmi gerektirir değildir; irâde, eylemi gerektirir.
Çünkü bir şeyin bilinmiş olmasından onun murad edilmiş olması neticesini çıkarmak zarurî değildir.
Çünkü bir şeyin bilinmiş olmasından, onun istenmiş olması neticesini çıkarmak, aklen zorunlu değildir.
Meselâ Allah taâlânın zâtı ve sıfatları kendi malûmu olduğu halde onun irâde sahasına dâhil değildir.
Meselâ yüce El-Sâni’nin zâtı ve sıfatları, kendi bilgisi dâhilindedir fakat onun irâde sahasına dâhil değillerdir.
Yine ma’düm (yok, gayrımevcûd) da böyledir; şayet var olacak olsa nasıl var olacağı Allah katında malûmdur, malûmdur ama hiç bir zaman murad olunmuş değildir.
Yine ma’düm (yok, gayrımevcûd) da böyledir. Var olacak olsa, nasıl var olacağı, El-Sâni tarafından bilinendir. Bilinendir ama hiç bir zaman istenmiş değildir.



Nur ve Zulmet görüşüne saplananlara şöyle deriz: Zulmetin hâdis olduğu konusunda bizimle ittifak halinde olduğunuza göre soruyoruz: Zulmetin varlık sahasına çıkışı kendiliğinden midir, yoksa nurun onu yaratmasıyla mı olmuştur? Eğer «kendiliğindendir» derseniz, bir şeyin yaratıcı olmaksızın da meydana gelebileceğini apaçık söylemiş olursunuz ki bununla iki tanrının varlığı isbat edilmiş olmaz, sadece Allah’ın yokluğu ileriye sürülmüş olur.
Nur (/aydınlık /ışık) ve Zulmet (/karanlık) görüşüne saplananlara şöyle deriz: Zulmetin hâdis olduğu konusunda bizimle ittifak halindesiniz. Buna göre soruyoruz: Zulmetin varlık sahasına çıkışı; kendiliğinden midir, nur mu onu yaratmıştır? Eğer «kendiliğindendir» derseniz; “bir şey, yaratıcısı olmaksızın da meydana gelebilir” demiş olursunuz. Fakat bununla, iki ilâhın varlığı isbat edilmiş olmaz, sadece El-Sâni’nin yokluğu ileri sürülmüş olur.
Şayet «nurun onu yaratmasıyla olmuştur» derseniz, bu defa da nurun, bütün kötülük ve çirkinliklerin esasını yaratmış olduğunu itiraf etmiş olursunuz.
«Nur, zulmeti yaratmıştır» derseniz, şunu iddia etmiş olursunuz; “nur, bütün kötülüklerin ve çirkinliklerin esasını yaratmıştır”.



Üç tanrı inancına saplananların görüşü de tamamen yanlıştır.
Üç ilâh inancına saplananların görüşü de tamamen yanlıştır.
Çünkü Allah mefhûmunu üç ayrı asla taksim ederken ne akıl ve ne de nakil yönünden herhangi bir delile dayanmış değillerdir.
Çünkü El-Sâni kavramını, üç ayrı öze ayırdılar. Fakat akıl yönünden de nakil (/vahiy) yönünden de herhangi bir delile dayanmış değillerdir.
Bir de onlar Allah’ın zâtını ilim ve hayat sıfatlarıyla birlikte üçe çıkarmışlar, o halde neden onu kudret ve irade sıfatlarıyla beşe, sem’ ve basar sıfatlarıyla yediye, hatta diğer kemâl sıfatlarıyla daha büyük sayılara çıkarmamışlar?
Bir de onlar, El-Sâni’nin zâtını, “ilim” ve “hayat” sıfatlarıyla birlikte, üçe çıkarmışlar. Fakat onu, neden, “kudret” ve “irade” sıfatlarıyla beşe çıkarmamışlar? Ve neden, “sem’” ve “basar” sıfatlarıyla yediye, hatta diğer kemâl sıfatlarıyla daha büyük sayılara çıkarmamışlar?



Hz. Meryem’i Allah’ın eşi, İsâ aleyhisselâmı da onun oğlu kabul eden Hıristiyanların görüşü ise daha çirkindir.
Hıristiyanlar, Hz Meryem’i, El-Sâni’nin eşi saymışlardır; İsâ aleyhisselâmı da onun oğlu saymışlardır. Bu görüş, daha çirkindir.
Çünkü bunda Allah’ın ihtiyaç sahibi olduğu ve parçalara ayrılabildiği iddiası vardır, bunlar ise hudûs alâmetlerindendir.
Çünkü bunda “El-Sâni, ihtiyaç sahibidir ve parçalara ayrılabilir” iddiası vardır. Fakat bunlar, hudûs (/sonradan var olmak /ezelî olmamak) belirtilerindendir.



Tabiatçıları red için şöyle diyeceğiz: Sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluk, bütün bunlar kendi başına yer tutamayan ve özünde devamlılık bulunmayan arazlardır, her an varlıkla yokluk arasında yer değiştirirler, kendilerini taşıyan (ayn)lar da hâdislere mahal teşkil ederler.
Tabiatçıları red için şöyle diyeceğiz: Sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluk; bütün bunlar, kendi başına yer tutamayan arazlardır ve özünde devamlılık bulunmayan arazlardır. Her an, varlıkla yokluk arasında, yer değiştirirler. Kendilerini taşıyanlar (/ayanlar) da hâdislere mahal (/yer /konum) oluştururlar.
O halde bunlar da hâdistir ve bir yaratıcıya mutlak surette muhtaçtır.
O halde, bunlar da hâdistir ve bir yaratıcıya mutlak surette muhtaçtır.



Müneccimeye (Eflâkiyye) gelince, onlara da şöyle cevap veririz: Bütün bu yıldızlar, sizin kanaatinize göre, dönmekte, bir burçtan başka bir burca geçmekte, bir halden başka bir hale intikal ederek uğur, uğursuzluk, ay tutulması, güneş tutulması, yanmak, yükselmek, çıkmak... gibi değişikliklere ma’ruz kalmaktadır.
Müneccimeye (Eflâkiyye) gelince, onlara da şöyle cevap veririz: Sizin inancınıza göre, tüm bu yıldızlar; dönmekte, bir burçtan başka bir burca geçmekte, bir halden başka bir hale geçerek uğur, uğursuzluk, ay tutulması, güneş tutulması, yanmak, yükselmek, çıkmak... gibi değişikliklere uğramaktadırlar.
Bütün bunlar emir ve hâkimiyet altında bulunduklarının alâmetleridir; o halde Yaratıcı o tek, yegâne hâkim ve gaalip olan Allah taâlâdır. [6]
Bütün bunlar, emir ve hâkimiyet altında bulunduklarının işaretleridir. O halde, Yaratıcı; o tek, eşsiz hâkim ve üstün olan yüce El-Sâni’dir. [6]
[6] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 65-66.
[6] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 65-66.



Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüridiyye Akaidi.
Tercüme eden: Bekir Topaloğlu.
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.

Yalınsıg Cümleli Olarak; İstanbul Ağzı Biçimi:
— Konuk Yazar 2 —

# Alıntı’dakı [1], [2] biçimli tib notlar, tercüme eten Bekir Topaloğlu’ya ait ér. Bekir Topaloğlu, ilahiyatçı ér. Äniŋ uzmanlık alanı, “kelâm ilmi” ér. Bu konuda, äniŋ çeşitli eserler var. Araştır.
Konuk Yazar 2’yiŋ Notlar

Not-1: Sâbûnî, acaba neden böyle yapmış?
• “Bir tek Yaratıcı var” ile “Muhammed, Yaratıcı’yıŋ elçi ér” tezleriyin, bagımsız iki ayrı tez olarak mı ele almış acaba? Çünkü yukarıdaki alıntılarda, konuların işler kän, ayet ve hadis de kullanmamış.
• Veya mesela “Hıristiyanlar «Allah, üçün üçüncüsüdür» dediler.” timeg yeriye; “Hıristiyanlar «El-Sâni, üçün üçüncüsüdür» dediler.” timegin, daha uygun mu bulmuş acaba?

“Allah” kelimesi, Hz Muhammed’den itibaren, “muhammedun resulullah (Muhammed Allah’ıŋ elçi ér)” tezide de yer almış édi. “lâ ilahe illallah, muhammedun resulullah”, Hz Muhammed’iŋ iki temel tez ér. Yani “Allah” kelimesi, “muhammedun resulullah” teziyin çağrıştırır da hale kelmiş édi.

“Allah” kelimesi, Hz Muhammed’den önce de putperest Arablar tarafıdan da kullanılan bir kelime édi. Hz Muhammed, bu kelimeyin kullanmaga devam etmekte, sakınca körmemiş. Turumlardan munca anlayılyır, kibi körünyür.

Sâbûnî, imanlı bir müslüman émiş ärinç. Mun, mondan da belli ér; äniŋ kitabıŋ sonrakı büyük bölüm, hemen hemen tümden, “muhammedun resulullah” tezi ile ilintili ér, kibi körünyür.

“Bir Yaratıcı var” tezi, deizm’iŋ de temel tez ér. Gerçi “Yaratıcı var” tezi, tüm diynlerdeki ortak tez olarak da körülebilir. Fakat, Yaratıcı’yıŋ teklik ve äniŋ özellikler konusuda, ayrı inançlar-körüşler var, kibi körünyür.
Not-2: “Cisim; en az iki cevherden mi olur, en az üç cevherden mi olur?” sorusu, buradakı ana konu ile sıkı bir ilinti taşımaz ärinç. Buradakı ana konuyun ilgilendiren temel kavram, mon ér ärinç; “Cisim, birden fazla cevher’den oluşur. Yani cisim, bölünemez en küçük parçalar’dan oluşan birleşik ér.”

# Alıntı’da, “bölünemeyen en küçük parça” kavramı, mutlak anlamda kullanılmış. Yani, alıntıdakı mun kavrama yönelik olarak, monca soruların sormak, kereksiz ér:
   “Bölünemeyen en küçük parça, atom mu ér?”,
   “Bölünemeyen en küçük parça; tek tip mi ér, çeşitler var mı?”,
   “Bölünemeyen en küçük parça(lar); proton, elektron, nötron mu ér?”,
   “Proton, elektron, nötron; bölünemez lär mi?” kibi.
Zaten munca sorulara yanıt vermek için kereken bilgi birikimi, ol zamanlarda yok édi (H.580/M.1184).

Not-3: Başka örnekler de verilebilir (şimdiki bilimsel verilerden de yararlanarak):
“Belli bir nesne; normal ışık altıda, sarı ışık altıda, mavi ışık altıda, kırmızı ışık altıda; farklı renklerde körünür. Fakat munca farklı körünüşler olur kän; ol nesneyiŋ özde, neŋ tegişiklik olmaz.”
“Bardaktakı su, kare tepsiye boşaltılır ése; äniŋ silindirik biçim (araz) tegişir fakat ol su (öz), aynı su ér.”
Not-4: Monca özetleyilebilir kibi körünyür:
“Herhangi bir ayan (cevher/cisim), arazsız olmaz. Yani her ayanda, araz(lar) vardır. Arazlar, ezelî değildir. O halde, ayanlar da ezelî değildir. Ezelî değil arazlar-ayanlar, kendiliklerinden var olamazlar. Bu yüzden, Yaratıcı, aklen zorunlu olarak, ezelîdir. O halde, Yaratıcı, ayan da araz da değildir.”
Not-5: Monca özetleyilebilir kibi körünyür:
“Eğer iki ilâh olsaydı, herhangi bir konuda, iki farklı karar alabilirlerdi. (Örneğin “Dünya, var kalsın” ve “Dünya, yok olsun” gibi.) Bu durumda; bir ilâh, diğer ilâha uymaya mecbur kalırdı. (Çünkü örneğin Dünya, aynı anda, hem var hem yok olmaz.) Herhangi bir şeye mecbur kalan ilâha, El-Sâni denmez.”
Ayrıca bak: MATURİDİLİK başlıklı uygulamag yazısı.
# Bu yazıda, hatalar var olabilir.
# Konuyun, çeşitli kaynaklardan araştırmag, uygun tutum olabilir.
# “Notlar”, alıntı metni anlamag açısıdan, okuyuculara yardımcı olmag için ér.
# Bu yazı, diynsel-mezhebsel propaganda amaçlı émez. Küncellik yitirmeyen bir konuda, bir yazı ér.

— Konuk Yazar 2 —

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder